Pages

7 Haziran 2011 Salı

Rana

Kelimeler ağızdan çıktığında havada bir süre asılı kalırlarmış. Bir cümle oluşturana kadar ya da başka cümleleri geçersiz, bazı gerçeklikleri değersiz kılana değin.


“Gittiğim yerden yine gitmek isteyeceğim. Çünkü durmakla olmuyor.” dedi. “Hep sürecek bu ‘gitmek’. Bir ‘varmak’ eylemine doğru..”
“.. ve bir ‘varış’ görünürde yok. Olmayacak.”


İşte bütün bu kelimeler hem bir cümle oluşturuyor hem var olan bir gerçekliği yıkıyordu.

Sonra müzik sesi içsesini bastırdı.

*Müziği duymayanlar dans edenleri deli sandılar.
Nietzsche



Gece Gece- Rana
Rana dur gitme
Rana bak böyle
Gitmez bu işler
Bırak artık üzme kendini.

Kibrit kutusundaki isimsiz bir numara gibi,
Laralalalala bak şimdiden unuttun gitti.

Saçlarını kestir kısacık,
Odanın şeklini değiştir.
Çık dışarı, görsün şehir...
Aslında bu çok zevkli bir iştir.

Saçlarını dik yukarıya,
Biraz ufkunu geliştir.
Çık dışarı, görsün şehir,
İstersen bize gel,
Bira da getir.
gecegece Ankara'lı bir müzik grubu. Başta Rana olmak üzere birkaç parçasına daha takılmış bir şekilde dinliyorum ben.


21 Mayıs 2011 Cumartesi

Özgürlük/Yalnızlık

Rutinin dışına çıkıp bir şeyler yapıyor olmak güzeldir aslında. Pek gitmediğin bir yere gitmek yahut uzun zamandır vakit bulup da yapamadığın bir şeyi yapmak. Havayı içine çekmek bile değişik geliyor böyle zamanlar. Ciğerleri konuşuyor, hücreleri kıpırdanıyor insanın. Sanki hep soluduğun hava değilmiş gibi. Belki zorla gelmeye çabalayan baharın da etkisi vardır bunda bak. Gevşeyemedi gitti gönül yayları güzelim bahar ayları gelemediğinden. Neyse.

Erken inip biraz yürümek istiyorum. Böylece hem yürüme yolumu uzatacak hem de kendimle biraz daha baş başa kalacağım. O sırada elbette bilmiyorum tüm gün bir başıma kalacağımı.

Yürüyorum, bir yanım “özgürlük” diyor öte yanım “yalnızlık”. Ben de “Susun be sizi mi dinleyeceğiz?” diyerek çıkışıyorum yanlarıma. Bir yanım azar yemiş suçlu çocuk misali köşesine çekiliyor; öte yanım hem suçlu hem güçlü çocuk, arada sırada isyan edip söyleniyor.

İnsan kalabalığının sesine biraz da uzak kalmak için -teknolojinin bizi burada da esir aldığı fakat tartışılmaz çoğu noktada hayat kurtarıcısı olan- mp3 çalarımın kulaklıklarını takmış, ilerliyorum. Cümle içinde öyle havalı gözüktüğüne bakmayın markasından bile haberdar değilim, Osman diyorum, bozulup gitmediğine duacıyız şehirlerarası yolculuklarda.

Bir telefon bekliyorum. Evler, sokaklar geçiyorum. Yürüdüğüm yol bitiyor. Oturuyorum denize karşı bir merdiven basamağına, izliyorum. İnsan kalabalığından biraz olsun uzaklaşmanın cesaretiyle kulaklığı çıkarıyorum, dalgaların sesini duymamak denize hakaret olurdu çünkü. Telefon bekliyorum. Birkaç çocuk koşuşturuyor, bir çift romantik bir konuşma yapıyor, birkaç arkadaş çekirdek çitletiyorlar, bir turist çift köprüyü kadraja almak çabasında birbirlerinin fotoğrafını çekiyor. Böyle anlarda kurban nedense ben olurum. Yer sorarlar, fotoğraf çektirirler, ne olduğunu sorarlar. Hiç bilmediğim bir şehirde bile yer sorabiliyorlar. İkisini birlikte fotoğraflamamı istiyor onlar da. Sonra yine oturduğum yer beni çağırıyor. Zaman akıyor. Ben telefon bekliyorum.

Gemiler geçiyor, insanlar geçiyor, dalgalar vuruyor kıyılara. Telefonum çalmıyor. Sonra bir “yalnızlık” temasına yakışacağımı düşünmüş olacaklar ki birkaç genç fotoğrafımı çekiyor. “Ne oluyor yahu?” diyemiyorum. O an rolüme kendimi çok kaptırmış durumdayım çünkü. Ne rolü, bıraksan ağlayacağım. Tutan da yok, ben kendimi tutuyorum zaten. Ondan diyemiyorum bir şey ve çalmıyor telefon.

Kendime inancım büyük baksana “Kesin arandım da telefonda bir şey var.” diyorum. Kendime inancımı geçtim, insanlara inanıyorum. “Bu kadar olamaz.” çünkü. “Yok artık canım, arar.” Çalmıyor, ben çubuklarını sayıyorum şebekemin. Nem kapmış olacak denizden telefonum, yoksa çalar. Çalar bu telefon çünkü karşımdaki insan, öyle sanıyorum. Çalar be canım, yoksa sessize mi almıştım? Titreşimde miydi neydi? Yok ı ıh.

Bazen birine öyle inanırsın ki –en azından onun insanlığına- çalmayan telefonunun sorumlusu o değildir işte. Şebekedir, baz istasyonudur, denizdir, dalgalardır, köprüdür, sudur, havadır… Dır dır dır..

İşte kadınlar dır dır yapıyor diyorsunuz ya, aklıma geldi şimdi, kadınlar çok konuşmasaydı daha suçlu olurdu insanlar. Kadınlar konuşarak affedebiliyor çünkü. Sayıyor, sövüyor, konuşuyor, sebep arıyor, sebep buluyor, suçluyor, yalanlıyor ama bu sırada hep konuşuyor, sonra siz bir şey söylüyorsunuz ve affediyor. Tüm o “dır dır” size aitmiş gibi. O yüzden “dır dır” zaman zaman iyi bir şey.

Bir yanım ve öte yanım demiştim ya hani “özgürlük” ve “yalnızlık” kelimelerini kulaklarıma fısıldayan, işte onlar da omuzlarıma çökmüş kavga ediyorlardı o vakit. Sanki benim “dır dır”ım bana yetmiyor.

Özgürlük diyene “Özgürlük de bir yalnızlık biçimi.”, yalnızlık diyene ise “Yalnızlık da bir özgürlük.” dedim ve kalktım oradan. Dönüşte kendime bir kahve ve tatlı ısmarladım, iki yanım ve ben, üç sandalyeli bir masada. Gözüme tuzlu su kaçtı, olmayan lensim gözüme battı. Döndüm eve.

Hiç bu kadar özgür/yalnız olmamıştım değil ama hiç bu denli farkına varmamıştım bunun.

Sonra geçti. Şimdi de kalabalık geliyorum kendime bile.


2 Nisan 2011 Cumartesi

Eskiden


Eskiden “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.”du şimdi ise durumlar farklı. Neredeyse hepimiz izdivaç programlarından fırlamış gibi davranıyoruz. “Evi olmalı, araba şart, yat kat olmazsa olmaz” ya da daha basitçe “Yok bu renk giymesin mesela, bana şunlardan almalı, sosyal medyada da yer etmiş olsun olmuşken en az bilmemkaç bin takipçisi olsun..” Olsun, bulsun, yapsın, olmasın, yapmasın, etmesin…
Peki tüm bunların aslında ne önemi var?
Amaç ile aracı karıştırır olduk. Kendimize kalıplar yaratıp karşımıza çıkan insanları bu kalıplara sokuşturmaya çalıştık. Olmayınca kızdık. Az biraz olunca da basmakalıp bir şey oldu. Olmadı yani…
Gezinirken gördüm biraz önce. “Yavuklusunu türkü bara götüren görücü usulü ile evlenebilir ancak.” demiş birisi. “Nasıl yani?” dedim kendi kendime..
Ne zamandır sevdiğimiz insanlarla gittiğimiz yerler, yaptığımız şeyler vs. sevdiğimizden önce gelir oldu? Hani samanlık seyran oluyordu, ona ne oldu?
Eskiden sinemaya giderlermiş ailecek mesela. Birbirlerini öyle tanırlarmış. Şimdinin sevmeleri onlardan daha mı sağlam oluyor sanki?
Hem “türkü bar” değil de “tekno party” ya da ne bileyim “club”a götürse farklı mı oluyor?
Oluyor da ne oluyor..?

12 Mart 2011 Cumartesi

Merhaba derken

Gerek bir anda oldu diyelim, gerekse uzun süredir kafamda olan bir şeydi bu. Bir şeyler yazmak dürtüsüyle kalktım bir şeyler yaptım. Ve işte buradayım.
Her Boku Bilen Kadın, bir bölümünü “bio” kısmında yazdığım Sezen Aksu’nun Şanıma İnanma şarkısından geliyor. Onu dinlerken oluşan bir şey de diyebilirim.
Tekrarlamak gerekirse durum şundan ibaret:
Okurum, yazarım, konuşurum
Kelimelerin efendisiyim ama
Aşka gelince enikonu safım
Sen şanıma inanma..
Her boku bilmek mi yani? Aslında yok öyle bir şey.